15 Aralık 2016 Perşembe

Ansızdan -4-

Tahtalı bir odaydı annemin iki odalı hiç salonlu evinin orta yeri. Biz randevularımızı günde bir kez olmak üzere oraya verir ve orada buluşur, orada bir, bilemedin iki saat beraber vakit geçirirdik. Ta ki elimle onların sevgisini itene dek. Pişman mısın diye soranlar oldu. Pişmansız ayrılıklar vardır, ama benimki mecburi bir ayrılıktı, bu sebeple pişmanlık yok içinde, diye cevapladım.

Mecburiyette pişmanlık ne kadar "ben"in elindedir. "Sen"i bile aşan bir mecburiyet bu. Sanki nefes almak kadar gerekli, bir mecburiyet de değil. En tepedeki "o"nun elindeki imkâna karşılık "sen" ve "ben"de olan mecburiyet. Pişmanlık olacaksa "o"nda olur. "Ben" ve "sen"de olmaz. 

Zamirler dünyası zordur, zamir felsefesi beynin nakışlarını zorlar, su salar beynin kıvrımlarına. En iyisi biz vazgeçelim pişmanlığın sorgusunda zamirlerin yakasından düşelim. Hadi, annemin evine geri dönelim.

Dantelleri vardı, yeni gelinlik zamanından kalma. Koltuklarımızın ortası çökmüştü yılların verdiği taşıma izinin tanıklığıyla. Odanın en köşesinde yer alan yemek masasının koltuklarına yakın olan yerinde babamın küllüğü olurdu hep. Önceden odanın tam ortasında demir döküm bir soba vardı. Sonra her ev gibi bizim ev de doğal bir gazla ısınmayı tercih etti. İşte o vakitten sonra mandalina ve kızarmış ekmek kokusu bizim evi terk etti. Bizim ev sanayi devrimine yenildi. 

Sonra evin insanları da sanayileşti, "idare devri" her açıdan kapanıp, "bir ah et, bin ah işit" devri başladı. Isıdaki mekaniklik bizim de ruhumuza teneffüs etti ve biz kaybettik. 

Odanın balkon olan tarafındaki köşede duran annemin yol arkadaşı olan - babam annemin yol arkadaşı olamadı, sadece olamadıklarının hepsi oldu - günde üç defa, hiç şaşmaz, "cici kuş, cici kuş, cici kuş" diye seslendiği sarı renkli, ifadesiz kuşu çekirdeği iç ederken duyduğu zevkteki sese katlanamaz olduğumda ayrıldım ben o evden. İlk vazgeçen ben oldum anlayacağın.

Sanki yaşama isteğinin bir kadınla (annem) bir adamın birleşmesinden oluşacak olan yeni bireye (ben) nesneleşmesi bir realite gibi değildi, bizim ailede. 

Ben hep vardım, annem ve babam sonradan gelmiş gibiydi. Ya o evden ayrılarak hayatta belki de ilk ve son bir eylem gerçekleştirecektim ya da sonuna kadar kendimi onlara kanıtlamak için uğraşıp duracaktım. 

Durmadım, olmadım, olamadım.

Her şey imkânların kıyısında mümkünlerin olasılıklarını daha da düşürüyordu.

Sözün kısalığında netice: kaynayan tencerenin buğusu zamanla, sadece, annemin elini ısıtmaya başladı. Evce, yemek yemeyi bıraktığımız an, en çok kendimizden uzaklaşarak kaç yıl uzağa düştük birbirimizde belirsiz bir durumda savrulduk.

Beni sen inandır, desem şimdi sana, tüm kadınlığıyla anneme haksızlık etmiş olmaz mıyım?

Seni tüm erkek gücümle sarsam, kaybettiklerimi sana kazandırmaya çalışsam babama hakaret etmiş olmaz mıyım?

Ya da hiçbiri. Belki yine yollar seni benden alır kim bilir? Sen de belki hepimizin (aile(min)) yaptığı gibi dönersin kalbine.

Fotoğraflardan bakıyorum ben yüzüme, acıyarak. Bilmem ayrıntılarını yüzümün. Halbuki seni yeni görmeme karşın tüm çizgilerinin koyuluğuna kadar anlatabilirmişim gibi.

peki. Cam güzeli. Söyle bana. En doğru zaman ne zaman? Ya lime lime olursak zamanın ellerinde?

"Kendi" ile barıştığımız zaman tekrar karşılaşalım. Ama böyle kırık ve dökük... Titrek mum ışıklı... Bilemeyiz...