11 Kasım 2016 Cuma

Ansızdan -3-

Adamın kulağına miras ninesinden kalma eskimiş türküler yoktu...

Kadınla karşı karşıya kalan Kafkaesk adamın sanki haftalardır ara vermeksizin bir çiviyi taşa çakmakla görevliymiş gibi elleri belirlenmiş salınımlarla hareket ediyor, içinden ise nefes nefese Kafka'nın Milena'ya olan aşkından nemalanıp kadını başsız bir başkentte karşılıyordu adeta. 

Kadın mı daha cesaretliydi, adam mı daha susmaklı bilinmezdi, ama söze ilk başlayan kadın oldu:

- Şimdi söyleyeceklerim çok mu ağır olacak kararsızım, ama konuşmaklı bir ihtiyacım var. Dirimim aydınlıklı bir toz bulutunda ne zamandır. Belki de zamanı kestiremediğimden herkese "ne zaman" diye soruyorum. Çünkü ne zamandır ellerim bir pencere kenarında derdimi saklıyor bilemiyorum. Ben, ben öylece kalıyorum kaskatı anıların içinde. İçimde kedilerin kavga sesleri. Ben, işte ben, böyle bir ülkenin ıssızlığının yanan ateşinde kalıyorum. Benim başkentim yok, vuslatım var, dedi ve sonra parmaklarına doğru bir şey daha fısıldayıp sustu, ama bu fısıltıyı adam duymadı.

"Başkent" demişti ama kadın, konuşmaya başlamadan önce acaba adam düşündüklerini seslice söylemiş miydi kendisine? O kadar eminsizdi ki her şeyden o an... Tek bildiği artık kendisinin de bir şey söylemesi gerektiğiydi, zira aynı konuşmaklık ihtiyacı kendisinde de hasıldı.

İçindeki müziğin sesini açıp, sokağın sesini kısarak söze başladı:

+ Sen zamanla kavgalandın bense iki asır sonra var olacak olan ağrının kefaretini ödedim, dedi ve sanki o an ilk defa yaşıyormuş gibi hissetti. Yokuşun başının estiğini ince ve uzun yüzünde ilk kez o an duydu adam. Sesini kendisi de dahil böylece ilan etti Havva kızına.

Uzun saçlarını sağ omzundan sol omzuna geçirip, derin denilecek soluğunu yokuşun aşağısına doğru bırakıp cam gibi gözlerini adamın minik, çekik gözlerine çevirerek kadın:

- Gözün, başın, kalbin, beynin, parmakların ayrı ayrı sızlaması kefaretin günah orucu mu, yoksa kurtulmanın mı derdindesin?

Adam da gözlerini kaçırmadan:

+ Sanki uzun zamandır yürüyormuşsun gibi. Ve sen, en olması gereken zamanda gelmedin; çünkü kendi gelme ihtiyacını bekledin değil mi? Şayet öyleyse, katilsin!

Kadın, sesli güldü. Ama saniyeler içinde kaç duyguya bürünebilir sorusunu yanıtlarcasına suratını önce güldürdü, sonra nötürleştirdi, bir ara öfkelendirdi ve yine nötürleştirip:

- Beni katil ilan ederek mi kefareti ödeyeceksin. Hâlbuki, daha iki asır var demiştin. Ben, seni öldürmedim. Beklentilerinin kuyularında ışıksız bırakılmış gibi hissetsen de içindeki kadını hissedemediğin sürece, ben gelmeyecektim zaten. Ben gitmedim, şimdi de gelmedim haliyle. Daha doğrusu ben, kendi arzumla hiçbir şey yapmadım, beni önce sen gönderdin, sonrasında da yine sen çağırdın.

Kadın ve adam arasında karşılıklı kurulan cümleler, yay ve okun masalına dönüşmüş, lakin kimse kan akıtmamış, ruh çıkartmıştı.

Adam, lacivert ceketini omzuna alarak bir algıyı daha gerçek kıldı ve yokuşu terk ederek kadını arkasında bırakacağını sandı. Kendisinden uzaklaşan her adımda biraz daha sesini yükselterek kıpkırmızı rengin imgesi hâline gelen dudaklarından:

- Sen gidersen sana benzeyen ben var, cümlesi döküldü kadından ve nane yeşili elbisesiyle yokuşun her köşesine yığılıp kaldı. 

Kedilerin karnının dolup boşaldığı zaman arasında yaşanan bahar günleri ile esen kavakların çıkardığı uğultu, aradaki boşluğu şimdi sokağın sesi dolduruyordu.

O an, kadın sılaya, adam vuslata dönüşmüş, her şeye rağmen bahar hüküm sürmeye devam etmişti.  


                                                                                                                      - devamlı hükmünde-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder