25 Aralık 2015 Cuma

Islak İmzalı Günlerden Bir Gündü...

Siyah asfaltın üzerinde son tütmelerini yaşayarak yuvarlanan bir izmaritle başladı sabah. Her zamanki yavaşlıkla - bu da bir alışkanlık olmuştu (merdiven çıkma hızı= bilmem şu saniye+şu adım) - basamakları adımlayıp binanın son katındaki hücresine sanki ağır bir toz yumağının içinde sürükleniyormuşçasına gitti. Kapıyı açtığında karşısına ilk çıkan ise dünden kalan sigara kokusuydu...

Sigara kokusu... sanki doğuştan taşıdığı bir kokuydu, halbuki içmeye başlayalı daha 3 yıl olmuştu... Masa dünden kalma zamanın dağınıklığını yaşıyordu. Açıp açıp yarım bıraktığı kitaplar açık kalmanın yorgunluğuyla selamı bile çok görüyordu sanki. Çok küçükken babası: "geceden kitabını açık bırakma, okurlar" demişti... bundan mütevellid kitapları açık da olsa hepsi ters çevriliydi... Okuyamamışlardır herhalde, diye düşündü bir saniye için de olsa. Batılın battığı gemilerin güvertesinde batılın zaferini yine yaşatsa da o sabah güneşliydi her şeye rağmen...

Çaycının odasında bu sabah her zamankine inat Türk Sanat Musikisi çalmıyordu, adını bilmediği bir arabeskçi çığırıyordu... Kulakları aşina olmayan bu tınıya kahvesini alana kadar alıştı... boğazı yaralanmış sarışın kadın küçük çayhaneye girdiğinde sorgulama mekânizmaları yeniden devre dışı kaldı... Şeffaftı sanki sarışın kadın... sanki dikkatlice bakılsa arkasındaki duvar kadının içinden görünecekti... "Neden?" sorusunu yutarak koridora çıktığında binanın sessizliğine sığındı tekrardan ve zihni tekrar nefes almaya başladı...

Hiçliği varlık sigasına sığdırmanın yollarını geceden haki iplikli bir atkıya sığdırmıştı. Yine uyuyamamıştı... Gecenin zamanıyla da kavgası başlarsa eğer, vay halineydi... Geceyi severdi ne yaşatırsa yaşatsın... Ay'ın zaferi güneşin terk edişi... Gecelerin katranlı aydınlığı onun güzel misafiriydi ve hoşgelişlerini yaşadığı konuğuydu... Uhdeli vakitlerin muvakkit olduğu zamanlardan münezzeh kalbi artık sevdalı buruntuların kusulduğu banyo sadeliğindeydi... 

Adımlarının yavaşlığı piyano tınısı mı, keman sızısı mı, bağlama feryadı mı, bilemiyordu, ama orkestra gibi her telden cazırtı vardı... 

Yakılmayan ışıklarda aydınlığı daha çok sevse de lambanın icadına yine de sevinirdi. Umuttu bir nev'i, lambaların ziyaları... Ziya... denildiğinde Türk sinemasına kazınmış aslan avlama sahnesi bir anda yankılandı gözlerinde ve seslice bir güldü odaya... Ve böylece sabahın selamı verilmişti hücresine... Bu muydu yaşamak? - Bakma, her şey yolunda... sessiz konuşmasını sürdürdü avuçlarında. 

Duvarında asılı olan "Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir!" diyen Emma Goldman, tutsaklığındaki en büyük ironiydi. 

Eğer bensem, o, ama yine yine de gideceksem muhakkak bir sebebi vardı, diye düşündü duvara arkasını dönerek. Çünkü her şeyin bir sebebi yoktu. Eğer sensen, vekilimsen, ama yine yine de kalacaksan gitmenin bir sebebi yoktu... kadının suları donduğu günlerdi bugünler nihayetinde, erkekler kuraklıkta çatlamış ve kum tepeleri olmuştu. Bozulmuştu hücresinin mertliği... Mevzuyu kapattı ve camını açtı... 

Daha'ları asarak lakin'lere selam vermek kaydıyla daha çok sustuğu, daha çok anlatmadığı bir güne daha başladı...

Not: asamadı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder