9 Nisan 2015 Perşembe

önce senin sonra onun adıyla başladım



mevlam ağır cezalandırmıştı ikisini de… kadınlığı biçmişlerdi, dertleri kadın olmaktı sadece…
beyaz çorabın üzerine giyilmiş siyah pabuçlar gibi sırıtmaktaydı hâlbuki varlığın gerçekliği onların saçlarında… elleri buruşmadan gözleri çizgilenmiş bu iki kadın, buluşmuşlardı o gece bekleme salonundaki nasılsa durağında… kent kentlerden biri, saat gecenin bilmem neresinde oyalanmaktaydı… umursamıyorlar, siyah saçlı olan turuncunun saçlarını içiyordu… turuncu ise siyahın bordoya boyanmış tırnaklarının devamı dudaklarını tekrar çiziyordu…
siyah:
- diyeceğim o ki: biçim, özü vuramaz hiçbir vakit, dedi usulca emirlerin çekiminde…
hükümdü bu düpedüz, arabeskin kılıcında - en acıtandı - 
susarak söyledi turuncu:
- öz razılığa kıydırdıysa kendini…ölen toprağı nadasa bırakamazsın, siyah… ümidi bırakmadan ümidlen…
kanırtıktı ikisinin de yüreği, sözcükler özleme bulanıp da öyle yerleşiyordu tekrar ve tekrar kursağa… yutkunamadılar, yudumladılar sigaraları… turuncunun sağ eli titrekti, daha sık titrer olmuştu o gittiğinden beri, özü kalamadığından ötürü…
yontulmuş heykeller arasına sıkışmış gibi hareketsizleşen siyah araladığında dillerini:
- yığınla sözcüğü azarlayıp teslimiyetle başa çıkamamak, kedinin ana dili, olarak fısıldadı. 
ufak adımlı, insanın sahibi, kısık bakışlı yârini nasılda çağırdı yeniden cümleleri… sus, diye haykırmak istese de turuncu, masalda kaybolmuştu yorgun şövalye… kedi kahvede dilini yutmuştu… artık konuşabilmek ne mümkün… yitirilen bir yetiydi sadece hafızalarda…
çakı, paslı kesilmiyor; dizler, yaraya meftun kabuksuz diz bir son…
uzun bir nefes çekti bu kez siyah… güldü turuncuya, sevdi bakışlarıyla, okşadı saçlarını sanki “ağlama güzelim kadın, o, seni kelimesiz sevmekte” dedi.
hangi çölde var olamayan varlığı anlatırdı ki bu…
kıyıma armağanlanmaktı işte bu…
- bekleme salonluğunu bilir misin? ben işte oradan gelmekteyim, ama sen anlarsın beni, köşeyi döndüğünde görmüştüm senin ırmak dağınıklığını orada ilk kez… sonra bekledim ümüdli siyahı - beni - göreceğin günü… kendiliksz bir bekleyiş değildi bu, zamansızdı sadece…
- hakikatleri ölüler yıkamış o halde… nasılsa durağında buluşacağımızı bildiğim için gelen otobüsleri bilerek kaçırdım, geldin, hoşgeldin kadınlığın seher yeli… ben sevmekteyim, bir âdemi; sen, vurulmuşsun borana kurtulmak nâmümkün mümkünlerin kıyısında… artık tüm kıyılar imkânsızlığın ıslaklığında… faydasızlık faydalarda… çöpçüler geçer işte tam bunu anladığında, ayak diplerinde kirlenmiş bir kedi miskinliğiyle.
gurur bizim gibilerin neyine, aşk affetmez sonralarda bu ihaneti…
boğaza kaçan tükürükler ikisini de boğmuştu, su altında yaşanmaktaydı cinayet… su yıkayamadı kanı, çöllerdeki kızıllık sudaki kandan ötürü olsa gerekti… anladılar ve sustular…
- yalnız evli kadınlar değil, bütün kadınlar biraz ölü yıkayıcısıdırlar diyerek Cemal Süreya’ya olan tepkimi dile getirmek istiyorum.
- kadını görmüş gibi bahsediyorsun… Kafka mıyız ki biz, siyah?
- ince olanların peşi sıra mevcudiyetini sürüklemiş o da. milena’nın hamallık yaptığı gerçeğine, kanının vücudundan aktığını seyrediyor gibi dehşetle bakması gibi meselâ. durmadan kadınlığımızdan pay biçiyorum meselem bu benim galiba…
ey siyah meselen kadınlık olsaydı havvalığından âdem için vazgeçebilir miydin? sen elmayı yedirdiğin an âdemleştin ve sürgünü hakkettin… elmanın zehri şimdi tenindeki panzehir olsa da sen ölüme sevdalı maşalı masallık… şimdi neysek nesneyiz…
- mektuplar dedin sen şimdi…. “On Üç Günün Mektupları” da bir kadına… ‘seher yelindeki kadındı, kadınlığı biçti’ şeklinde hüküm vermiştim kadınlığa, bilirsin!
hüküm verilmez, ruh yakılırdı… turuncu bunu bilemese de… bildiği gibi yoğurmak da neyin nesi? sonra devam etti iç kanamayla:
- aralanan kapının ardından beni görünce onun kaçması sevmek midir, nefret midir? ben artık hesaplayamıyorum düşüncelerdeki altlara gizlenmiş satırları… tırnaklarım çekiliyor o esnada, siyah bana bir çare… yeniden doğurulamaz mıyım ben? sen söyle mümkünlük var mıdır bu arzuda? deliliğin alâmetleri mahvetti bizi…. kusuldu onun için tüm gün kırıntıları… gece tüm bekleyişlerin anlamlandığı, görünenin kılık değiştirdiği, ilenilen mabet duvarlarındaki kutsallık gibi beklemekte günü… beklemekteyim, hiçlik için düştüğüm tüm bu yolları tekrar var olmak için yürürüm, bıkmam da… yol aslında durup, düşümenin menzilidir. bu kaçışın sebebi ölmekse, neden durarak çareyi aramakta? gelgitlerin düşün gerçeğinde kıvranabilirim onun için…razıyım buna…
- nefret edenler kaçmıyorlar genelde… ama gizlenmiş satırlar zordur hem de nasıl zordur… kan emer, hayat emer, soluk emer… yazma kenarındaki oyalar gibi kanı süsleyerek emer…bitersin… atları denize sal turuncu…
can kanırtıldı işte bir kez daha… hükümsüzler mahkemesinde gibi hükümsüz ve sonuçsuz kaldılar ve son dikenli nefesleri çektiler… 
birilerine ithâfen hayatlarını tutuşturdular aydınlık kusulurken geceye…

22 Ocak 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder